Tarihsel gelişimi yakından incelendiğinde ortaya çıkışından itibaren müze teriminin Yunanca bir kavram olan “İskenderiye Mouseion veya mousesion” kelimesinden türediği, farklı dillere geçişi ile birlikte anlam dünyasının çeşitlendiği ve değiştiği gözlemlenmektedir. İlk dönemlerden itibaren bir binaya çağrışım yapan müze, 19. yüzyıldan itibaren bu çağrışıma ek olarak koleksiyonu da ifade ettiği görülmektedir.
Her ne kadar bu iki anlamla sınırlı kalmasa da müzenin çok geniş manada insan yaşamıyla ilgili nesnelerin ve eserlerin muhafaza edildiği bir mekana karşılık geldiği söylenebilir. Özellikle maddi kültür kalıntıları olan değerli eşya ve nesnelerin toplandığı ve sergilendiği bir alan olarak karşımıza çıkan müze teriminin, bugün geldiği noktada ise bu nesnelerin kültürel, tarihi, estetik ve manevi değerinin olması müze tanımlarında dikkati çekmektedir.
Museum ayrıca kraliyet saraylarının bir parçasıdır; halka açık bir yürüyüş Alanı, koltuklu bir exedra ve museum’da öğrenen erkeklerin ortak karmaşasını içeren büyük bir ev var. Bunlar sadece eşyaları muhafaza etmekle kalmaz, aynı zamanda daha önce krallar tarafından belirlenen museum’dan sorumlu bir rahibe de sahiplerdir. Strabon, Geographia , XVII, 1–8
Müzeciliğin Kıta Avrupası’ndaki gelişim aşamalarından farklı olarak Amerika’da müzecilik, daha çok eğitim özelliğiyle ortaya çıkmış, sayı ve çeşitlilik bakımından Avrupa’dan daha gelişmiş bir yapıya sahip olmuştur. Anadolu coğrafyasında ise müzecilikle ilgili çalışmalar Anadolu Selçukluları ve beylikler döneminde eski eserlerin çeşitli şekillerde bulundurulduğunu ve korunduğunu ifade etmektedir. Osmanlı döneminde ise önceki medeniyetlere ait eserlerin veya savaş aletlerinin korunduğu çeşitli amaçlar doğrultusunda sarayda belli mekanlarda muhafaza altına alındığı görülmektedir. Nitekim Fatih Sultan Mehmet’in Topkapı Sarayı’nın birinci avlusundaki Bizans’tan kalma Aya İrini (Hagia Eirene) kilisesine, “Cebehane” adı vererek, savaşlarda ele geçirilen aletleri burada depolattığı bilinmektedir (Ata, 2002).
Osmanlı döneminde eski eserlere veya kalıntılara bakış açısında eskiyi koruma ve olduğu gibi bırakma halinin çeşitli örneklerini her dönemde görmek mümkün olmuştur. Osmanlı’da ilk müze ise 1846 yılında Aya İrini kilisesinde eski silahlar toplanarak Mecmua-i Esliha-i Atika ve Mecmâ-i Asar-i Atika adıyla kurulmuştur. Müze konusunda atılan önemli bir adım ise eski eserlerin korunmasına yönelik yasal bir çerçeve ortaya koyan 1869 tarihli Asar-ı Atika Nizamnamesidir (Şişman, 2019). Ardılı yıllarda bir müze komisyonun oluşturulması ve 1881 yılında Osman Hamdi Bey’in müze müdürlüğüne atanması bu alandan yeni gelişmelerin başlangıcını oluşturmaktadır. Özellikle Osman Hamdi Bey’in Osmanlı coğrafyasının çeşitli yerlerinde arkeolojik kazılar gerçekleştirmesi ve müzecilik ile ilgili yaptığı çalışmalar bu alanda ilkleri temsil etmektedir.
Müzelerin ortaya çıkışından itibaren birkaç farklı alanda, çoğunlukla da arkeoloji ve sanat, müzeleri görülürken cumhuriyetin ilanından sonra bu kategorilere etnografya müzeleri eklenmiştir. Nitekim her ilde bir etnografya müzesi kurulmuştur. Günümüzde ise müze türlerinin çeşitliliğinin bir hayli arttığı ve sayıca fazlalaştığı dikkatleri çekmektedir. Özellikle kamu, özel kurum ve kuruluşların, araç gereçlerin, önemli siyasi ve edebi kişilere ait müzelerin kurulduğu görülmektedir. Müzelerin genelle bir bina içinde kurulmasının yanında binanın kendisinin de müze yapıldığına sıklıkla rastlanılmaktadır. Müzelerin tarihi mekanlarla yakından ilişkisinin bulunduğu da dikkatlerden kaçmamalıdır. Nitekim bazı tarihi mekanlar müzeye çevrilmiş ve açık hava müzesi olarak işlev görmektedir.